Ana SayfaYENİLEME-KALKINMA BAKANI YILMAZ, "BÜYÜME MODELİMİZİN İTİCİ GÜCÜ ÖZEL SEKTÖR"----

YENİLEME-KALKINMA BAKANI YILMAZ, "BÜYÜME MODELİMİZİN İTİCİ GÜCÜ ÖZEL SEKTÖR"

14 Haziran 2012 - 12:13 borsagundem.com

2010 ve 2011 yıllarında rekor oranda büyüyen Türkiye, özel sektör
kaynaklı büyüme modeliyle yoluna devam ediyor.
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz gelecek dönemde de özel sektöre
önemli görevler düştüğünü belirtiyor.
Koç Holding?in Kurumsal yayın organı Bizden Haberler Dergisinin
sorularını yanıtlayan Yılmaz, şunları söyledi:
"Türkiye 2011 yılında yüksek büyüme rakamlarına ulaştı,
istihdamını
en çok artıran ülke oldu. Türkiye'nin bu performansa erişmesinde katkı
sağlayan noktaları neler olarak değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizin bugünkü başarılı performansını değerlendirirken son 10
yıllık döneme değinmekte yarar görüyorum. Bu dönemde kararlılıkla
uygulanan makroekonomik politikalar ve yapısal reformlarla ekonomimiz
güçlendirilerek dış şoklara karşı kırılganlığı azaltılmıştır.
Ekonomide sağlanan güven ve istikrar ortamı da gerçekleştirilen
yapısal dönüşüm hamlesine önemli katkılar sağlamıştır. Geleceğe dair
belirsizliklerin azaldığı bu ortamda ekonominin tüm aktörleri daha
uzun vadeli bir bakış açısıyla geleceğe bakabilme ve karar alabilme
imkânına kavuşmuştur.
Bu dönemdeki kazanımlardan en önemlilerini yüksek büyüme
oranlarına
ulaşırken aynı zamanda enflasyonun hızla düşürülerek tek haneli
rakamlara indirilmesi, işsizlik oranının küresel krize rağmen aşağı
çekilmesi, kamu borç stoku ile merkezi yönetim bütçe açığının milli
gelire oranlarının düşürülmesi, bankacılık sektörünün güçlü sermaye
yapısını koruması, ekonominin giderek normalleşmesine paralel olarak
reel faiz oranlarının düşmesi sayesinde özel sektör yatırımlarının
artması ve böylece özel sektör kaynaklı bir büyüme modelinin
gerçekleştirilmesi şeklinde sıralayabiliriz.
Sağlam makroekonomik temellere kavuşmuş bir yapıdaki Türkiye
ekonomisi, güçlü bir orta vadeli programla belirsizliklerin
azaltılması, sermaye girişinin devam etmesi, faiz oranlarının düşük
seviyelerde kalması ve kredi genişlemesi sonucunda 2010 ve 2011
yıllarında yüksek bir büyüme performansı yakalamıştır. Bu süreçte
küresel krize karşı tüm politika araçları orta vadeli bir perspektifle
zamanında ve kararlı bir biçimde kullanılmış, belirsizlikler kısa
sürede ortadan kaldırılarak ekonominin hızlı bir şekilde canlanmasına
katkı sağlanmıştır. 2010 yılındaki yüzde 9,2 ve 2011 yılındaki yüzde
8,5 oranındaki büyüme hızlarıyla Türkiye OECD üyesi ülkeler arasında
en yüksek büyümeyi gerçekleştirmiştir.
2011 yılında GSYH içinde, yüzde 9,2 oranında büyüyen sanayi
sektörü
oldukça etkili olmuş, imalat sanayii ise yüzde 9,4 oranında büyüme
kaydetmiştir. Büyüme hizmetler sektöründe yüzde 9, tarım sektöründe
yüzde 5,3 oranında gerçekleşmiştir. Bu oranlar hizmetler sektöründe
2004 yılından beri, tarım sektöründe ise 2005 yılından bu yana
gerçekleşen en yüksek büyüme oranlarıdır. 2010 yılından sonra 2011
yılında da büyümenin temel kaynağı yurtiçi talep (özel tüketim ve
yatırım) olmuştur.
2011 yılında büyümedeki olumlu gelişmeler, işgücü piyasalarına da
yansımıştır. İstihdam edilenlerin sayısı 2011 yılında bir önceki yıla
göre 1 milyon 516 bin kişi artarak 24 milyon 110 bin kişiye
ulaşmıştır. Aynı dönemler itibarıyla işsiz sayısı 431 bin kişi
azalarak 2 milyon 615 bin kişiye gerilemiştir. Böylece işsizlik oranı
2.1 puan azalarak yüzde 9,8 seviyesinde gerçekleşmiştir. 2011 yılında
işgücüne katılma oranı, bir önceki yıla göre 1.1 puanlık artışla yüzde
49,9 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran erkeklerde bir önceki yıla göre
0.9 puanlık artışla yüzde 71,7, kadınlarda ise 1.2 puanlık artışla
yüzde 28,8 olmuştur. Bu kapsamda, işgücüne katılım oranı artarken
işsizlik oranının düşmesi memnuniyet vericidir.
Bu performansın yakalanmasında özel sektör nasıl katkı sağladı?
2003-2011 dönemi boyunca sağlanan mali disiplin sayesinde kamunun özel
sektörün kullanabileceği kaynaklar üzerinde geçmişte olduğu gibi aşırı
talep yaratmasının önüne geçilmiştir. Diğer bir ifadeyle, kamunun
kaynak kullanımında özel sektörü dışlayıcı baskınlığı azaltılmış,
böylece büyümenin lokomotifi olarak özel sektörün ön plana çıkması
sağlanmıştır. Nitekim özel sektör 2011 yılındaki büyüme performansının
elde edilmesinde önemli rol oynamıştır.
2011 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 22,8 oranında artan özel
sektör sabit sermaye yatırımlarının büyümeye katkısı 4.5 puan
olmuştur. Bu kapsamda, özel sektör sabit sermaye yatırımlarının GSYH
içinde 2010 yılında yüzde 15 olan payı, 2011 yılında yüzde 18,1'e
yükselmiştir. 2011 yılında özel sektör makine-teçhizat yatırımları
yüzde 25,8, inşaat yatırımları yüzde 16,4 oranında artmıştır.

Bu çerçevede Koç Topluluğu şirketlerinin ülke ekonomisine olan
katkıları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Daha önce de belirttiğim gibi büyüme modelimizin itici gücü özel
sektörümüzdür. Bu kapsamda, Dokuzuncu Kalkınma Planı'nda geleneksel
sektörlerde katma değeri yüksek ürün ve faaliyetlere ağırlık verilerek
uluslararası rekabete uyum sağlayacak yapıya dönüşümün desteklenmesi,
orta ve yüksek teknoloji seviyesindeki otomotiv, beyaz eşya, makine,
elektronik sektörlerinde ise Türkiye'nin önemli üretim merkezlerinden
biri olması öngörülmüştür.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde, özel sektörün 2000'li yıllarda
önemli başarılar gösterdiği ve özellikle gıda, mobilya, giyim, televizyon,
beyaz eşya gibi ürünlerde ulusal markalar yaratıldığı görülmektedir.
Hatta bazı ürünlerde bu ulusal markalar uluslararası markalara
dönüşmüş ve uluslararası ticaret kanallarında etkin hale gelinmiştir.
Bu başarıda şüphesiz otomotiv, beyaz eşya ve savunma sanayine dönük
öncü girişimleri ile Koç Topluluğu şirketlerinin katkısının olduğu
görülmektedir. Örneğin, beyaz eşya sektöründe yenilikçi ve ulusal
pazarın lideri konumunda olan Koç Topluluğu firmalarının faaliyetleri
Ar-Ge ve inovasyon altyapımıza ciddi katkılar sağlamıştır. Türk
otomotiv sektörünün öncülerinden olan Ford Otosan, 2011 yılında
ihracat açısından sektörde lider konumundadır ve çevreye duyarlı
üretim tesisleri ile dikkat çekmektedir.
İmalat sanayimizin yapısına baktığımızda düşük teknoloji
sektörlerinden orta teknoloji sektörlerine doğru bir dönüşümün
gerçekleşmekte olduğunu görüyoruz. Ancak, AB ülkeleri ile
karşılaştırıldığında, yüksek ve orta-üstü teknoloji sektörlerimizin
ihracat içindeki payı hala düşük kalmaktadır. Bu kapsamda, planda
öngörülen dönüşümün sağlanması yolunda özel sektör firmalarımıza
önemli görevler düşmektedir. Firmalarımız üretkenliğin, yeniliğin,
Ar-Ge faaliyetlerinin, iyi yönetişimin ve yatırımların artırılmasına
önem vermelidir. Yüksek katma değerli ürünlerle kârlılıklarını
artırmalı, piyasada daha istikrarlı ve daha kalıcı olmalıdır. Bu
amaçla, firmalarımız orta-uzun vadeli düşünmeli, rekabet
stratejilerini düşük fiyatın yanında ürün farklılaştırma ve yenilik
yaratma üzerine kurmalıdır.
Özel sektör kadar kamu yatırımları da ülke kalkınması için çok önemli.
Şu anda gündeminizde olan projeler hakkında bilgi verir misiniz?
Hükümetimiz, kamu ve özel sektörü bütüncül bir bakış açısıyla ele
almaktadır. Bu çerçevede, kamu ve özel sektör yatırımları birbirlerini
tamamlayacak alanlara yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Kamu
yatırımları, özel sektör tarafından gerçekleştirilemeyecek alanlarda
yoğunlaştırılırken, Kamu-Özel İşbirliği yöntemleriyle, özel sektörün
etkin yönetim ve finansal imkânlarından azami ölçüde yararlanmak üzere
çabalar sürdürülmektedir.
Kamu yatırımları son küresel krizde olduğu gibi büyümeye olumlu
etkisi, gerek yapım gerekse işletme aşamasında istihdam oluşturma
kapasitesi, özel sektörün gelişmesi için ihtiyaç duyulan altyapının ve
iş ortamını hazırlaması, bölgesel kalkınmanın sağlanması,
vatandaşlarımızın yaşam kalitesinin artırılması, insan kaynaklarımızın
geliştirilmesi, kamu hizmetlerinin etkinliğinin ve bu hizmetlere
erişimin artırılması açısından büyük önem arz etmektedir.
Konjonktürel olarak değişiklik göstermekle beraber ülkemizde toplam
sabit sermaye yatırımlarının GSYH içindeki payı genel olarak yüzde
20'ler civarında seyretmektedir. Toplam sabit sermaye yatırımlarının
yaklaşık yüzde 80'i özel kesim, kalan yüzde 20'si ise kamu tarafından
gerçekleştirilmektedir. Kamu sermaye yatırımlarında öncelikli
sektörler veya alanları ulaştırma, sulama, eğitim ve sağlık gibi
ekonomik ve sosyal altyapı alanları şeklinde sıralayabiliriz.
2012 yılında, sektörel ve bölgesel önceliklerin yanı sıra devam eden
projelerden yıl içinde tamamlanarak ekonomiye kazandırılabilecek
projelere, uygulamasında önemli fiziki gerçekleşme sağlanmış
projelere, başlatılmış bulunan diğer projelerle bağlantılı veya eş
zamanlı olarak yürütülmesi ve tamamlanması gereken projelere, mevcut
sermaye stokunun daha etkin kullanılmasına ve korunmasına yönelik
idame-yenileme, bakım-onarım, rehabilitasyon ve modernizasyon türü
yatırım projelerine, afet risklerinin azaltılması ve afetlerin
önlenmesi ile afet hasarlarının telafisine yönelik projelere, AB'ye
üyelik yönünde ortaya konulan politika ve önceliklerin hayata
geçirilmesi için sürdürülen çalışmaların gerektirdiği projelere,
e-Dönüşüm Türkiye Projesi ve Bilgi Toplumu Stratejisi ile uyumlu
projelere ağırlık vermekteyiz.

Türkiye'deki en önemli sorunlardan bir tanesi gelir dağılımındaki
dengesizlikti. Bu dengesizliğin giderildiğini düşünüyor musunuz? Bu
kapsamda alınan yol hakkında neler düşünüyorsunuz?

Gelir eşitsizliği ülkemizin temel sorun alanlarından biridir.
Ülkelerin gelir eşitsizliği bakımından kıyaslanmalarında sıkça
kullanılan bir gösterge olan Gini katsayılarına bakıldığında ülkemizin
halen OECD ortalamasının üzerinde olduğu görülmektedir. Ancak, Gini
katsayısındaki değişim değerlendirildiğinde son 30 yılda birçok OECD
ülkesinde zengin ve fakir arasındaki gelir farkı giderek artarken
ülkemizde bu farkın azalması dikkat çekici ve sevindirici bir
gelişmedir.
Gelir dağılımı, ekonomide değişik süreç ve mekanizmalar çerçevesinde
oluşmaktadır. Devlet bu sürecin bir bölümüne doğrudan müdahil
değilken, bir bölümüne vergi ve transfer politikaları ile doğrudan
etki edebilmektedir. Gelir dağılımının çok boyutlu bir yapısal sorun
alanı olması nedeniyle, gelir eşitsizliğini azaltmaya yönelik
politikalar, geniş bir bakış açısını ve çok yönlü uygulama araçlarının
kullanılmasını gerektirmektedir. Ülkemizde de gelir eşitsizliğinin
azaltılmasına yönelik olarak bütüncül bir yaklaşım benimsenmiştir.
Makroekonomik politikalar, sektörel politikaların sosyal yansımaları
ve doğrudan yardımlar söz konusu mücadelenin üç ana unsuru olarak
işlev görmektedir. Bu kapsamda politika çerçevemizi, makroekonomik
istikrarın sağlanması, büyümenin canlandırılması, yatırım ortamının
iyileştirilmesi, bütçe harcamalarında ve gelirlerde sosyal boyutu
dikkate alan önceliklendirmeler, sosyal güvenlik alanına yönelik
yapısal reformlar, eğitim ve sağlık gibi sektörel politikalar ile
sosyal transferlerde düşük gelir gruplarına yönelik ayrıcalıklar
şeklinde özetleyebiliriz.
Uygulanan politikalar neticesinde ülkemizde en alt yüzde 20'lik
dilimin toplam gelirden aldığı pay 2006 yılında yüzde 5,1 seviyesinde
iken, 2010 yılında yüzde 5,8'e yükselmiştir. İkinci ve üçüncü yüzde
20'lik dilimlerin de toplam gelirden aldıkları pay artarken en üst
yüzde 20'lik dilimin aldığı pay azalmıştır. Bu gelişmelere paralel
olarak Gini katsayısı 2006 yılında 0,43 iken, 2010 yılında 0,40
seviyesine gerilemiştir.
OECD ortalamasında en zengin yüzde 10'luk dilimin toplam geliri, en
yoksul yüzde 10'luk dilimin gelirinin yaklaşık dokuz katıdır. Ülkeden
ülkeye önemli farklılıklar gösteren söz konusu oran İskandinav ve Kıta
Avrupa ülkelerinde genellikle daha düşükken, İtalya, Japonya, Kore ve
İngiltere'de 10 kata, İsrail ve Türkiye'de 14 kata, Meksika ve Şili'de
ise 27 kata ulaşmaktadır. Bu kapsamda, gelir eşitsizliğini azaltmaya
yönelik politikaları kararlılıkla sürdüreceğimizi belirtmek isterim.
Dünya ekonomik ve siyasi karmaşalarla yoğun bir gündem yaşıyor. Sizce
Türkiye bu yoğun gündem arasında kendini nasıl koruyor?
Yaşadığımız çağ, hızlı değişimlerin çağıdır. Dünyamızda yaşanan bu
değişimin ve gelişmelerin hızına ayak uydurarak gerekli adımları
zamanında atabilmek, bugün karar vericilerin önündeki en önemli
görevdir.
Türkiye coğrafi açıdan hem fırsatların hem de risklerin yoğun
etkileşim içinde bulunduğu Afro-Avrasya bölgesinin merkezinde
bulunmaktadır. Bu bölge içerdiği ekonomik, sosyal ve kültürel
zenginlikler nedeniyle tüm dünya için son derece olumlu bir potansiyel
arz etmektedir. Ancak, bu bölge aynı zamanda gerek konvansiyonel
ihtilaflar, gerek Soğuk Savaş sonrası dönemde giderek artış gösteren
asimetrik tehditler açısından dünya güvenliği için ciddi bir risk
unsuru da taşımaktadır. Bu ortamda, riskleri fırsatlara dönüştürmek ve
küreselleşmenin faydalarından azami ölçüde istifade etmek temel
amacımızdır.
Türkiye bu anlayışla, değişimlerin en yoğun şekilde hissedildiği
bölgesindeki gelişmeleri olumlu bir mecrada ilerletebilmek amacıyla
dinamik ve vizyoner bir politika izlemektedir. Bu yaklaşım ve
politikaların neticesinde Türkiye, bugün giderek artan imkân ve
yetenekleriyle bölgesinde genişleyen bir barış ve refah çemberi
kurmayı hedefleyen, refahın, kalkınmanın ve istikrarın önünü açmaya
dönük ciddi çabalar harcayan, öncü bir ülke haline gelmiştir.
Türkiye yakın çevresine yönelik olarak geliştirdiği bu anlayış ve
yaklaşımı küresel ölçeğe de taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye, AB'ye
üyelik yolunda kararlılığını korumakta, Transatlantik ilişkiler
çerçevesinde hem ABD hem de Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini
kuvvetlendirmektedir. Öte yandan, her biriyle yakın ilişkileri, ayrıca
tarihi ve kültürel bağlarının bulunduğu Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey
Afrika, Kafkasya ve Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerini daha da
geliştirmektedir. Ayrıca, küreselleşmenin etkisiyle mesafelerin
giderek önemsizleştiği dünyamızda Sahra-altı Afrika, Latin Amerika ve
Asya-Pasifik bölgelerine yönelik açılımlarını derinleştirmekte ve
birçok yükselen güce ev sahipliği yapan bu bölgelerle somut
işbirliğine dayalı yakın ilişkiler geliştirmektedir.
Türkiye, ikili düzeyde siyasi diyaloğu arttırmanın yanı sıra, ekonomik
ve ticari alanda yeni işbirliği imkânlarını araştırmakta, gelişmekte
olan ülkelere dış yardımlarını artırmakta, enerji alanında önemli bir
merkez ve geçiş güzergâhı haline gelirken küresel yönetişim
arayışlarına yeni bir soluk getiren G-20 gibi zeminlerde faal
çalışmalarda bulunmaktadır. Kısacası ülkemiz, küresel refah, barış ve
istikrara yönelik tüm çabalarda aktif rol oynamaktadır.
Küresel ekonomideki gelişmelere dönecek olursak, 2008 yılında başlayan
küresel finansal krizin etkilerinin hala sürdüğünü görmekteyiz. Krizin
etkilerinin en ağır hissedildiği bölge, yoğun ticari ve ekonomik
ilişkilerimizin bulunduğu Avro Bölgesi olmuştur. Avrupa yıllardır
birikmiş olan ve son küresel finansal krizle beraber belirgin bir
biçimde ortaya çıkan ağır sorunlarla karşı karşıyadır. Avrupa'nın
geleceğine ilişkin belirsizlikler giderilmeden küresel ekonominin
geleceğine ilişkin endişelerin azalması mümkün gözükmemektedir. Bu
olumsuz tabloya rağmen, yukarıda da belirttiğim üzere, ülkemiz sağlam
makroekonomik temelleri ve kararlılıkla uyguladığı program sayesinde
başarılı bir performans ortaya koymaktadır.

2001 yılından bu yana makroekonomide sağlanan iyileşmeler ve yapısal
reformlar Türkiye'ye ciddi bir tecrübe birikimi sağladı. Kalkınma
Bakanlığı'nın bu tecrübeyi diğer ülkelerle paylaşmak üzere hazırladığı
projeler nelerdir?
Özellikle 2000'li yıllarda gerçekleştirilen yapısal reformlar
çerçevesinde Türkiye kalkınma alanında önemli bir tecrübe birikimi
sağlamıştır. Söz konusu birikimin komşu ve çevre ülkeler başta olmak
üzere diğer ülkelerle paylaşılmasını teminen, Bakanlığımız Dış
Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü bünyesinde Uluslararası Program ve
Projeler Dairesi Başkanlığı kurulmuştur.
Söz konusu Daire Başkanlığı, ülkelerle gerçekleştirdiğimiz tecrübe
paylaşım çalışmalarını program ve proje bazında yürütmek üzere
kurulmuştur. Bu çerçevede, 2010-2012 yılları arasında başta
Afganistan, Tunus, Azerbaycan ve Libya olmak üzere birçok ülkeyle
çeşitli işbirliği faaliyetleri sürdürülmüş, çeşitli konularda eğitim
verilmiştir. Halen sürdürülmekte olan bu faaliyetlere örnek olarak,
makroekonomi, bölgesel kalkınma, bölgelerarası işbirliği, yerli ve
uluslararası yatırımların teşviki, yerel demokrasi ve yerinden yönetim
konularında çeşitli işbirliği programlarını, büyük çaplı altyapı
projelerinin değerlendirilmesi, uygulanması ve izlenmesi konularında
(proje döngüsü) eğitimlerini ve ekonomik modelleme konusunda
eğitimleri sayabiliriz.
Bu ülkelere ilaveten, başta Afrika ülkeleri olmak üzere (Cezayir,
Somali, Namibya, Sudan, Moritanya, Yemen) birçok ülkeden (Kırgızistan,
Pakistan, Ukrayna, Bosna Hersek, Kosova, Romanya vb.) tecrübe
paylaşımı konusunda işbirliği talepleri gelmektedir. Söz konusu
taleplerin önceliklerimiz ve kurumsal kapasitemiz çerçevesinde
değerlendirilmesi ve önümüzdeki dönemde yeni işbirliği çalışmaları
başlatılması öngörülmektedir.

S&P'nin, Türkiye'nin kredi notunu pozitiften durağana çevirmesi şu
anda gündemi en çok meşgul eden konu başlıklarından birisi. Siz
Türkiye'nin ekonomik performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve
S&P'nin bu kararı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ekonomik performans ve siyasi istikrar yanında 2008 yılı küresel
finans krizinde de teyit edilmiş olan finans sisteminin yapısal
güçlülüğü ile sıkı maliye politikası, Türkiye'yi borç ve bankacılık
krizleriyle boğuşmakta olan birçok ülkeye göre ön plana çıkarmaktadır.
Bu konjonktürde, Türkiye'nin kredi notunun S&P tarafından pozitiften
durağana çevrilmesi, kredi derecelendirme kuruluşlarının diğer
ülkelere göstermiş olduğu sabrı ve inisiyatifi Türkiye'ye göstermediği
algısı oluşturmaktadır. Bu durum, önceki kriz deneyimlerinde ortaya
çıkan bu kuruluşların uygulama ve değerlendirmelerine şüphe ile
bakılması gerektiği görüşüne paralel bir gelişmedir. Kredi
derecelendirme kuruluşlarının kendi kredibiliteleri birçok ülkede
tartışma konusu olmaktadır. Şunu da vurgulamakta fayda görüyorum. Esas
olan yatırımcıların algısı ve fiili davranışlarıdır. Bugün ülkemiz
güven veren yapısı ile uluslararası yatırımcılar için cazibesini
korumaktadır.

Yabancı yatırımlar Türkiye'nin kalkınma sürecinde en önemli konu
başlıklarından bir tanesi. Türkiye'nin yabancı yatırımcı çekme
konusunda başarılı olduğunu düşünüyor musunuz? Bu açıdan Türkiye
potansiyelini kullanabiliyor mu?

1989 yılındaki serbestleşmeden sonra finansal piyasalarını
uluslararası yatırımcılara açan ülkemizde yüksek büyüme sürecinde
yetersiz yurtiçi tasarruflar karşısında dış tasarruflar önemli bir
finansal kaynak olmuşlardır. Ancak bu kaynağın sürdürülebilirliği ve
kalitesi önem arz etmektedir. Sıcak para olarak tabir edilen veya kısa
vadeli olan dış kaynak girişleri, hem kırılganlığı artırmakta hem de
reel kurun değerlenmesine sebep olarak rekabet gücünü azaltmaktadır.
Kısa vadeli yatırımlara göre daha güvenli olan doğrudan uluslararası
yatırımlara bakıldığında, telekomünikasyon alanında yapılan yatırımın
öncülük ettiği 2001 yılı hariç tutulduğunda, 2005 yılından önce
doğrudan yabancı yatırımların milli gelire oranı yüzde 1'i aşmamıştır.
Bu açıdan 2005 sonrası dönemde 110 milyar dolara yaklaşan doğrudan
yabancı yatırımlar önemli bir başarı olarak değerlendirilmelidir.
Bilindiği üzere Gümrük Birliği'ne katılım nedeniyle ülkemiz doğrudan
uluslararası yatırım çekme anlamında ciddi avantajlara sahipti.
1990'lı yıllarda ve 2000'lerin başında ülkemizde yaşanan siyasi
çalkantılar ve ekonomik belirsizliklere ilave olarak AB'nin
genişlemesiyle bu fırsat değerlendirilemedi. İmalat sanayinde beklenen
ciddi yabancı yatırımlar özellikle bu süreçte AB'ye tam üye olan Doğu
Avrupa ülkelerine kaydı.
Benzer ülkelere yönelen doğrudan yatırımlarla karşılaştırıldığında
Türkiye'nin bu alandaki potansiyelini tam olarak kullanabildiğini
söyleyemeyiz. Genç eğitimli işgücümüz, AB ve Körfez ülkelerine olan
yakınlığımız, sanayi altyapımız göz önüne alındığında mevcut
uluslararası yatırımlar yeterli seviyede değildir.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen önümüzde doğrudan uluslararası
yatırımları çekme konusunda önemli fırsatlar bulunmaktadır. Bilindiği
gibi reel gıda fiyatları 2011 yılında son 20 yılın en yüksek
seviyesine ulaşmıştır. Küresel ısınmanın da verdiği endişeyle gıda
sanayi ve tarım sektörüne yönelecek yabancı yatırımlar açısından
ülkemizde oldukça uygun bir yatırım ortamı mevcuttur. Bu alandaki
potansiyelimiz kullanılarak GAP, DAP, KOP ve DOKAP projeleriyle bu
bölgelere çekilecek yatırımlar bölgesel kalkınmaya da katkı
sağlayacaktır.

2012'nin ilk altı ayı geride kalmak üzere. Sizce Türkiye 2012 yılında
nasıl bir performans sergiledi? Yılsonu itibarıyla hedeflerde
revizeler söz konusu mu?

2012-2014 dönemini kapsayan Orta Vadeli Programımızın (OVP) temel
varsayımları, 2012 yılında cari açığa karşı alınan önlemlerin
etkilerinin ortaya çıkmaya başlayacağı, 2011 yılındaki büyümenin
yüksek baz etkisi meydana getireceği ve yurt dışındaki olumsuz
gelişmelerin Türkiye'yi sınırlı bir ölçüde etkileyebileceğiydi. Bu
varsayımlar altında 2012 yılında büyümenin ılımlı biçimde yavaşlayarak
yüzde 4 oranında gerçekleşeceğini tahmin etmiştik.
2012 yılının ilk çeyreğine ilişkin açıklanan gösterge rakamları, bu
öngörümüzü destekler nitelikte gerçekleşmiştir. Ancak, ilk çeyrekteki
yavaşlama sert bir biçimde değil, OVP tahminlerine paralel olarak
ılımlı bir biçimde gerçekleşmiştir. Yine bu dönemde cari açığın ve dış
ticaret açığının düşme eğilimine girmesi ve döviz kurunun istikrarlı
bir patikaya oturması, ekonominin lokomotifi konumundaki sanayi
sektörüne yönelik riskleri azaltmıştır. Cari açığın finansmanında
yılın ilk çeyreğinde, 2011 yılında da olduğu gibi herhangi bir sorunla
karşılaşılmamış ve doğrudan uluslararası yatırımlar hız kazanmıştır.
Ekim 2011 döneminden itibaren ılımlı biçimde gerilemekte olan imalat
sanayi kapasite kullanım oranı ise Mart 2012 döneminden itibaren
tekrar yükselişe geçmiştir. Yıllık kredi büyüme oranı da yurtiçi ve
ithalat talebinde aşağı yönde baskı yaratacak ölçüde tedricen
azalmaktadır. Diğer yandan, AB ülkelerindeki sorunlara yönelik olarak
Avrupa Merkez Bankası ve IMF'nin attığı somut adımlar piyasalardaki
belirsizliği azaltmıştır. Tüm bu gelişmeler sonucunda beklentilerin
iyileşmesiyle başta IMF olmak üzere önemli uluslararası kuruluşlar
nispeten kötümser olan büyüme tahminlerini yukarı yönde revize
etmişlerdir.
Merkez Bankası'nın tahminine göre Mayıs ayında yıllık enflasyon tekrar
tek basamaklı rakamlara düşecek ve daha ılımlı bir seyir izleyecektir.
Bu nedenle para politikasının ekonomik faaliyetler üzerindeki
etkilerinin 2012 yılının ikinci yarısından itibaren ortaya çıkacağı ve
diğer yandan da küresel ölçekteki endişelerin daha da hafifleyeceği
tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, söz konusu ılımlı gidişatın yılın
kalan kısmında da süreceğini tahmin etmekteyiz."


Foreks Haber Merkezi ( [email protected] )
http://www.foreks.com
http://twitter.com/#!/ForeksTurkey